Bor'un Sesi Gazetesi
2018-01-02 17:51:41

OKU, OKUT! VATAN ŞAİRİ…

Aydın Zengin

02 Ocak 2018, 17:51

 20 Ara­lık 1873’te İstan­bul'da, Fatih il­çe­si­nin Sa­rı­gü­zel ma­hal­le­sin­de dün­ya­ya gel­miş­ti. An­ne­si Bu­ha­ra'dan Ana­do­lu'ya geç­miş bir aile­nin kızı olan Emine Şerif Hanım; ba­ba­sı ise Ko­so­va do­ğum­lu, Fatih Camii med­re­se ho­ca­la­rın­dan Meh­met Tahir Efen­di idi. Ba­ba­sı, ona ebced he­sa­bıy­la doğum ta­ri­hi­ni ifade eden "Ragîf" adını ver­miş­ti. Fakat te­laf­fu­zu zor gel­di­ğin­den ar­ka­daş­la­rı ve an­ne­si ona "Âkif" is­miy­le ses­len­miş­ler­di, hoş İstik­lal şairi za­man­la bu ismi be­nim­se­di.

Şahsi ka­na­atim; ben Türk’üm diyen her­ke­sin onun ha­ya­tı­nı oku­ma­sı ge­rek­ti­ği yö­nün­de. Bugün kö­şe­me belki onun ha­ya­tı­nı ilk kez okuma şan­sı­nı bu­la­cak bir kit­le­yi hedef ala­rak, resmi ola­rak onu anma haf­ta­sı olan bu haf­ta­da hem anıp hem an­dır­mak ar­zu­sun­da­yım. Kim mi? İstik­lal şairi Meh­met Akif Ersoy…

İlk öğ­re­ni­mi­ne İstan­bul, Fatih'te Emir Bu­ha­ri Ma­hal­le Mek­te­bi’nde baş­la­mış İstik­lal şairi. Bu yıl­lar­da ba­ba­sın­dan Arap­ça öğ­ren­me­ye baş­la­mış, or­ta­öğ­re­ni­mi­ne Fatih Mer­kez Rüş­ti­ye­si’nde baş­la­mış (1882) aynı za­man­da Fatih Camii'nde Fars­ça ders­le­ri­ni takip etmiş. Meh­met Âkif, rüş­ti­ye­de­ki eği­ti­mi bo­yun­ca Türk­çe, Arap­ça, Fars­ça ve Fran­sız­ca dil­le­rin­de hep bi­rin­ci olmuş. Rüş­ti­ye­yi bi­tir­dik­ten sonra 1885'te dö­ne­min gözde okul­la­rın­dan Mül­ki­ye İda­di­si’ne kay­dol­muş. 1888’de oku­lun yük­sek kıs­mı­na devam et­mek­te iken ba­ba­sı­nı kay­bet­miş. Er­te­si yıl büyük Fatih yan­gı­nın­da ev­le­ri­nin yan­ma­sı aile­yi yok­sul­lu­ğa dü­şür­müş. Ba­ba­sı­nın öğ­ren­ci­si Mus­ta­fa Sıtkı aynı arsa üze­ri­ne küçük bir ev ya­pa­rak aile­yi bu eve yer­leş­tir­miş. Meh­met Âkif ön­ce­lik­le mes­lek sa­hi­bi olmak ve ya­tı­lı okul­da oku­mak is­te­di­ği için Mül­ki­ye İda­di­si’ni bı­rak­mış. O yıl­lar­da yeni açı­lan ve ilk sivil ve­te­ri­ner yük­se­ko­ku­lu olan Zi­ra­at ve Bay­tar Mek­te­bi'ne (Tarım ve Ve­te­ri­ner­lik Okulu) kay­dol­muş. Okul yıl­la­rın­da spora büyük ilgi gös­ter­miş; başta güreş ve yü­zü­cü­lük olmak üzere uzun yü­rü­yüş, koşma ve gülle atma ya­rış­la­rı­na ka­tıl­mış; şiire olan il­gi­si ise oku­lun son iki yı­lın­da art­mış. Mek­te­bin bay­tar­lık bö­lü­mü­nü 1893 yı­lın­da bi­rin­ci­lik­le bi­tir­miş. İstik­lal şairi daha sonra bu okul­da Türk­çe öğ­ret­men­li­ği yap­mış­tır. Bu­gün­ler­de İstan­bul Se­ba­hat­tin Zaim Üni­ver­si­te­si’nin hiz­met ver­di­ği me­kan­da hem öğ­ren­ci­lik hem de ho­ca­lık yap­mış­tı. Meh­met Âkif ve ar­ka­daş­la­rı­nın ye­mek­ha­ne sa­lo­nu bugün İstan­bul Sa­ba­hat­tin Zaim Üni­ver­si­te­si Meh­met Âkif Ersoy Fuaye Sa­lo­nu ola­rak kul­la­nıl­mak­ta, iç kapı üzeri ve çev­re­si­ni tam kı­ta­la­rıy­la İstik­lâl Marşı ve Âkif’in büyük port­re­si süs­le­mek­te­dir. Aynı kam­püs­te Meh­met Âkif Ersoy Tarım Mü­ze­si de yer al­mak­ta ve genç­le­re her fır­sat­ta büyük şa­iri­mi­zi ha­tır­lat­mak­ta­dır.

Okulu bi­tir­dik­ten hemen sonra Zi­ra­at Ba­kan­lı­ğı’nda memur olan Meh­met Âkif, me­mu­ri­yet ha­ya­tı­nı 1893–1913 yıl­la­rı ara­sın­da sür­dür­dü. Ba­kan­lık­ta­ki ilk gö­re­vi ve­te­ri­ner mü­fet­tiş yar­dım­cı­lı­ğı idi. Görev mer­ke­zi İstan­bul idi ancak me­mu­ri­ye­ti­nin ilk dört yı­lın­da tef­tiş için Ru­me­li, Ana­do­lu, Ar­na­vut­luk ve Ara­bis­tan'da bu­lun­du. Bu sa­ye­de halk­la yakın temas ha­lin­de olma im­kâ­nı buldu. Bir se­ya­ha­ti sı­ra­sın­da ba­ba­sı­nın doğum yeri olan İpek Ka­sa­ba­sı 'na gidip am­ca­la­rıy­la ta­nış­tı. 1898 yı­lın­da Top­ha­ne-i Âmire vez­ne­dâ­rı Meh­met Emin Beyin kızı İsmet Hanım’la ev­len­di; bu ev­li­lik­ten Ce­mi­le, Fe­ri­de, Suadi, Emin, Tahir adlı ço­cuk­la­rı dün­ya­ya geldi.
Meh­met Âkif, ede­bi­ya­ta olan il­gi­si­ni şiir ya­za­rak ve ede­bi­yat öğ­ret­men­li­ği ya­pa­rak sür­dür­dü. Re­sim­li Ga­ze­te’de Ser­vet-i Fünun Der­gi­si'nde şi­ir­le­ri ve ya­zı­la­rı ya­yım­lan­dı. İstan­bul’da bu­lun­du­ğu sı­ra­da ba­kan­lık­ta­ki gö­re­vi­nin yanı sıra önce Hal­ka­lı Zi­ra­at ve Bay­tar Mek­te­bi (1906)'nde kom­po­zis­yon, sonra Çift­çi­lik Ma­ki­nist Mek­te­bi'nde (1907) Türk­çe ders­le­ri ver­mek üzere öğ­ret­men ola­rak atan­dı.


II. Meş­ru­ti­yet’in büyük et­ki­sin­de kalan Âkif, ar­ka­da­şı Eşref Edip ve Ebül’ula Mar­din’in çı­kar­dı­ğı ve ilk sa­yı­sı 27 Ağus­tos 1908'de ya­yım­la­nan Sı­rat-ı Müs­ta­kim der­gi­si­nin baş­ya­za­rı olmuş. Bal­kan Sa­va­şı, Ça­nak­ka­le Mu­ha­re­be­le­ri ve Kur­tu­luş Sa­va­şı dö­nem­le­rin­de çe­şit­li gö­rev­ler­de bu­lu­nup, Ba­lı­ke­sir'e gi­de­rek 6 Şubat 1920 günü Zağ­nos Paşa Camii'nde çok he­ye­can­lı bir hutbe ver­miş­tir. Hal­kın bek­len­me­dik il­gi­si kar­şı­sın­da daha bir­çok yerde hutbe ver­miş, ko­nuş­ma­lar yap­mış ve ar­dın­dan İstan­bul'a dön­müş­tür. 1921'de An­ka­ra'da Ta­ced­din Der­gâ­hı'na yer­le­şen Meh­met Âkif, 500 lira ödül ko­nu­la­rak açı­lan İstik­lâl Marşı ya­rış­ma­sı­na başta ka­tıl­ma­mış. Millî Eği­tim Ba­ka­nı Ham­dul­lah Suphi Bey'in ri­ca­sı üze­ri­ne ar­ka­da­şı Hasan Basri Beyin teş­vi­kiy­le ikna olmuş. Onun or­du­ya ithaf et­ti­ği İstik­lâl Marşı, 17 Şubat günü Sı­rat-ı Müs­ta­kim ve Hâ­ki­mi­yet-i Mil­li­ye'de ya­yım­lan­mış. Ham­dul­lah Suphi Bey ta­ra­fın­dan mec­lis­te oku­nup ayak­ta din­len­dik­ten sonra 12 Mart 1921 Cu­mar­te­si günü saat 17:45'te Milli Marş ola­rak kabul edil­miş­tir. Âkif, ödül ola­rak ve­ri­len 500 li­ra­yı şah­sı­na kabul et­me­miş ve hayır ku­ru­mu­na ba­ğış­la­mış­tır.

Bal­kan Sa­va­şı'ndan sonra, ilk ola­rak Umur-i Bay­ta­ri­ye gö­re­vin­den (1913), sonra ya­yın­la­rı­nın hü­kü­met­le uygun düş­me­me­si ne­de­niy­le al­dı­ğı ikaz üze­ri­ne Da­rül­fü­nun mü­der­ris­li­ği gö­re­vin­den (1914) ay­rıl­dı. Yal­nız­ca Hal­ka­lı Zi­ra­at ve Bay­tar Mek­te­bi'ndeki gö­re­vi­ne devam etti. Har­bi­ye Ne­za­re­ti’ne bağlı Teş­ki­lat-ı Mah­su­sa'dan gelen tek­lif üze­ri­ne İslam bir­li­ği kurma ga­ye­si güden Al­man­ya’ya Tu­nus­lu Şeyh Salih Şerif ile bir­lik­te gitti (1914). İngi­liz­ler­le bir­lik­te Os­man­lı'ya karşı sa­va­şır­ken Al­man­lar’a esir düş­müş Müs­lü­man­la­rın kamp­la­rın­da in­ce­le­me­ler­de bu­lun­du ve far­kın­da ol­ma­dan Os­man­lı’ya karşı sa­va­şan bu Müs­lü­man esir­le­ri ay­dın­lat­ma­ya ça­lış­tı. Fran­sız or­du­sun­da­ki Müs­lü­man­la­ra yö­ne­lik yaz­dı­ğı Arap­ça be­yan­na­me­ler cep­he­le­re uçak­lar­dan atıl­dı. Al­man­ya’da iken yaz­dı­ğı Ber­lin Ha­tı­ra­la­rı adlı şi­iri­ni dö­nün­ce Se­bi­lür­re­şad’da ya­yın­la­dı.
İstan­bul'a dön­dük­ten sonra 1916 baş­la­rın­da Teş­ki­lat-ı Mah­su­sa ta­ra­fın­dan Ara­bis­tan'a gön­de­ril­di. Gö­re­vi, bu top­rak­lar­da­ki Arap­la­rı Os­man­lı'ya karşı kış­kır­tan İngi­liz pro­po­gan­da­sı ile mü­ca­de­le etmek için "karşı pro­pa­gan­da" yap­mak­tı. Meh­met Âkif, Ber­lin'dey­ken he­ye­can­la Ça­nak­ka­le Sa­va­şı ile il­gi­li ha­ber­le­ri takip et­miş­ti. On dört ay süren sa­va­şın za­fer­le so­nuç­lan­dı­ğı ha­be­ri­ni Ara­bis­tan'da iken aldı. Bu haber kar­şı­sın­da büyük coşku duydu ve Ça­nak­ka­le Des­ta­nı'nı ka­le­me aldı. Ara­bis­tan dö­nü­şün­de iki ay Lüb­nan'da kalan Meh­met Âkif, "Necid Çöl­le­ri'nden Me­di­ne'ye" şi­irin­de bu se­ya­ha­ti­ni an­lat­tı.

İstan­bul'da rahat ha­re­ket etme ola­na­ğı kal­ma­yan Meh­met Âkif, gö­re­vin­den az­le­dil­me­den az önce oğlu Emin'i ya­nı­na ala­rak Ana­do­lu’ya geçti. Sebil'ür-Re­şad’ı An­ka­ra’da çı­kar­ma­sı için Mus­ta­fa Kemal Paşa'dan davet gel­miş­ti. TBMM'nin açı­lı­şı­nın er­te­si günü olan 24 Nisan 1920 günü An­ka­ra'ya vardı. Millî mü­ca­de­le­ye şair, hatip, sey­yah, ga­ze­te­ci, si­ya­set­çi ola­rak ka­tıl­dı. An­ka­ra'ya va­rı­şın­dan bir süre sonra aile­si­ni de ya­nı­na al­dır­dı.
An­ka­ra’ya gel­di­ği gün­ler­de, Mus­ta­fa Kemâl Paşa Konya vali ve­ki­li­ne telg­raf gön­de­re­rek Âkif’in Bur­dur mil­let­ve­ki­li se­çil­me­si­ni sağ­la­ma­sı­nı is­te­miş­ti. Ha­zi­ran ayın­da Bur­dur’dan, Tem­muz ayın­da ise Biga’dan mebus se­çil­di­ği ha­be­ri mec­li­se ulaş­tı. Âkif, Bur­dur me­bus­lu­ğu­nu ter­cih etti. Böy­le­ce 1920-1923 yıl­la­rı ara­sın­da vekil ola­rak I. TBMM’de yer aldı. Mec­lis ka­yıt­la­rın­da adı "Bur­dur mil­let­ve­ki­li ve İslam şairi" ola­rak geç­mek­te­dir.
An­ka­ra'ya varır var­maz ona ve­ri­len ilk görev, Konya Ayak­lan­ma­sı’nı ön­le­mek için halka öğüt­ler ver­mek üzere Konya’ya git­mek­ti, büyük gay­re­ti­ne rağ­men Konya’da kesin bir so­nu­ca ula­şa­ma­dı ve Kas­ta­mo­nu’ya geçti. Halkı düş­ma­na di­re­ni­şe teş­vik için 1920 yı­lı­nın Kasım ayın­da Kas­ta­mo­nu’daki Nas­rul­lah Ca­mi­si'nde ver­di­ği ateş­li vaaz, Di­yar­ba­kır’da ba­sıl­dı ve tüm vi­la­yet­le­re ve cep­he­le­re da­ğı­tıl­dı.
Âkif, Ana­do­lu'ya ge­çer­ken Eşref Edip'e de ar­ka­sın­dan gel­me­si­ni söy­le­miş­ti. Eşref Edip, Sebil'ür-Re­şad Der­gi­si'nin kli­şe­si­ni de alıp İstan­bul'dan ay­rıl­dı. Son ola­rak 6 Mayıs 1921 günü der­gi­nin 463. sa­yı­sı­nı ya­yım­la­mış­lar­dı. Âkif der­gi­nin 464-466. sa­yı­la­rı­nı Eşref Edip ile be­ra­ber Kas­ta­mo­nu'da ya­yım­la­dı, 464. sayı o kadar ilgi gördü ki bir­kaç kere ba­sı­lıp Ana­do­lu'ya ve as­ke­re da­ğı­tıl­dı. 467. sa­yı­dan iti­ba­ren ya­yı­ma An­ka­ra'da devam et­ti­ler. Der­gi­nin et­ki­si o kadar bü­yük­tü ki, yay­dı­ğı yoğun duy­gu­la­rın hâ­ki­mi­ye­tin­de­ki Türk halk­la­rı et­ki­len­me­sin­den kor­kan Rusya, ga­ze­te­nin ül­ke­ye gi­ri­şi­ni ya­sak­la­dı.
1921'de An­ka­ra'da Ta­ced­din Der­ga­hı’na yer­le­şen Meh­met Âkif, Bur­dur mil­let­ve­ki­li ola­rak mec­lis­te­ki gö­re­vi­ne devam et­mek­tey­di. O dö­nem­de Yu­nan­la­rın An­ka­ra'ya iler­le­yi­şi kar­şı­sın­da mec­li­si Kay­se­ri'ye ta­şı­mak için ha­zır­lık vardı. Bunun bir da­ğıl­ma­ya yol aça­ca­ğı­nı dü­şü­nen Meh­met Âkif, An­ka­ra'da ka­lın­ma­sı­nı, Sa­kar­ya'da yeni bir sa­vun­ma hattı ku­rul­ma­sı­nı öner­di; tek­li­fi tar­tı­şı­lıp kabul edil­di. Ta­ced­din Der­ga­hı'nda kal­dı­ğı ev Meh­met Akif Ersoy Mü­ze­si ola­rak zi­ya­re­te açık­tır.

Aynı dö­nem­de Millî Eği­tim Ba­ka­nı Ham­dul­lah Suphi Bey’in ri­ca­sı üze­ri­ne ar­ka­da­şı Hasan Basri Bey ken­di­si­ni ulu­sal marş ya­rış­ma­sı­na ka­tıl­ma­ya ikna etti. Ko­nu­lan 500 li­ra­lık ödül ne­de­niy­le baş­lan­gıç­ta ka­tıl­ma­yı red­det­ti­ği bu ya­rış­ma­ya, o güne kadar gön­de­ri­len şi­ir­le­rin hiç­bi­ri ye­ter­li bu­lun­ma­mış­tı ve en güzel şiiri Meh­met Âkif'in ya­za­ca­ğı ka­nı­sı mec­lis­te hâ­kim­di. Meh­met Âkif'in ya­rış­ma­ya ka­tıl­ma­yı kabul et­me­si üze­ri­ne kimi şa­ir­ler şi­ir­le­ri­ni ya­rış­ma­dan çek­ti­ler. Şa­irin or­du­ya ithaf et­ti­ği İstik­lal Marşı, 17 Şubat günü Sı­rat-ı Müs­ta­kim ve Ha­ki­mi­yet-i Mil­li­ye 'de ya­yım­lan­dı. Ham­dul­lah Suphi Bey ta­ra­fın­dan mec­lis­te oku­nup ayak­ta din­len­dik­ten sonra 12 Mart 1921 Cu­mar­te­si günü saat 17.45'te ulu­sal marş ola­rak kabul edil­di. Âkif, ödül ola­rak ve­ri­len 500 li­ra­yı Hi­lal-i Ahmer bün­ye­sin­de, kadın ve ço­cuk­la­ra iş öğ­re­ten ve cep­he­ye el­bi­se diken Dar’ül Mesai vak­fı­na ba­ğış­la­dı.

İstik­lal ma­dal­ya­sı ile ödül­len­di­ri­len Meh­met Âkif, 1922 yı­lın­da sağ­lık ge­rek­çe­si ile mil­let­ve­kil­li­ğin­den is­ti­fa etti. 1923 yı­lı­nın Mart ayı­nın son gün­le­rin­de or­ta­dan kay­bo­lan yakın ar­ka­da­şı Trab­zon Mil­let­ve­ki­li Ali Şükrü Bey’in Mus­ta­fa Kemal’in Mu­ha­fız Alayı Ku­man­da­nı Topal Osman ta­ra­fın­dan öl­dü­rül­dü­ğü­nün an­la­şıl­ma­sı üze­ri­ne ken­di­ne yeni bir yurt bul­ma­sı ge­rek­ti­ği­ni his­set­ti. Bir sü­re­dir ken­di­si­ni Mısır’a davet eden Mısır Hı­di­vi Abbas Halim Paşa'nın da­ve­ti­ne uydu ve böy­le­ce kış­la­rı­nı Mısır’da ge­çir­me­ye baş­la­dı. Onun ül­ke­den ay­rı­lı­şı­nı 1924’te Ha­li­fe­li­ğin kal­dı­rıl­ma­sı veya 1925 yı­lın­da çı­ka­rı­lan Şapka Ka­nu­nu ile açık­la­yan­lar var­dır.
Akif, git­me­den önce Kur’an'ın me­ali­ni ha­zır­la­mak için Di­ya­net İşleri Baş­kan­lı­ğı ile an­laş­ma im­za­la­dı. Kuran çe­vi­ri­si­ni ya­pa­bi­lecek tek adam ola­rak gö­rül­dü­ğün­den Ku­ran-ı Kerim'i Türk­çe'ye ter­cü­me işine gi­riş­me­si için 1908'den iti­ba­ren yoğun bir ısrar vardı. Ter­cü­me işine ke­sin­lik­le ya­naş­ma­ya­ca­ğı an­la­şı­lın­ca, bir Ku­ran-ı Kerim meali yaz­mak hu­su­sun­da güç­lük­le razı edil­miş­tir.
En ünlü eseri Sa­fa­hat 1924 yı­lın­da Tür­ki­ye'de ba­sıl­dı. Bir­kaç sene yaz­la­rı İstan­bul'da, kış­la­rı Mısır'da ge­çi­ren Meh­met Âkif, 1926 kı­şın­dan sonra Mısır’dan dön­me­di. Ka­hi­re ya­kın­la­rın­da­ki Hil­van'a yer­leş­ti. Bu­ra­da adeta in­zi­va­ya çe­ki­le­rek Kur'an meali üze­rin­de ça­lış­ma­yı sür­dür­dü ancak ül­ke­de ulu­sal din pro­je­si­nin (Türk­çe ezan-iba­det) ha­ya­ta ge­çi­ril­me pro­je­si­ni öğ­re­nin­ce kendi ça­lış­ma­sı­nın bu pro­je­de kul­la­nıl­ma­sın­dan çe­ki­ne­rek[15] 1932’de mu­ka­ve­le­yi fesh etti. Di­ya­net İşleri Baş­kan­lı­ğı hem ter­cü­me hem yo­rum­la­ma işini El­ma­lı Hamdi Efen­di'ye verdi. Âkif, kendi yaz­dık­la­rı­nı dostu Yoz­gat­lı İhsan Efen­di'ye tes­lim etti ve ölür de gel­mez­se yak­ma­sı­nı na­si­hat etti. Bu kişi Ek­me­led­din İhsa­noğ­lu'nun ba­ba­sı idi.
Meh­met Âkif, Mısır yıl­la­rın­da Kuran çe­vi­ri­si­nin yanı sıra Türk­çe ders­le­ri ver­mek­le meş­gul ol­muş­tu. Ka­hi­re'deki “Câ­mi­at-ül Mıs­riy­ye" adlı üni­ver­si­te­de Türk Dili ve Ede­bi­ya­tı ders­le­ri verdi (1925-1936).

Siroz has­ta­lı­ğı­na tu­tu­lun­ca hava de­ği­şik­li­ği iyi gelir dü­şün­ce­siy­le önce Lüb­nan'a, sonra An­tak­ya’ya gitti fakat Mısır'a hasta ola­rak döndü. 17 Ha­zi­ran 1936’da te­da­vi için İstan­bul’a döndü. 27 Ara­lık 1936 ta­ri­hin­de İstan­bul’da, Be­yoğ­lu'ndaki Mısır Apar­ma­nı'nda ha­ya­tı­nı kay­bet­ti. Edir­ne­ka­pı Me­zar­lı­ğı'na gö­mül­dü. Me­za­rı iki yıl sonra, üni­ver­si­te­li genç­ler ta­ra­fın­dan yap­tı­rıl­dı; 1960’ta yol in­şa­atı ne­de­niy­le kabri Edir­ne­ka­pı Şe­hit­li­ği'ne nak­le­dil­di. Me­za­rı, Sü­ley­man Nazif ve ar­ka­da­şı Ahmet Naim Bey'in me­zar­la­rı ara­sın­da­dır.
Meh­met Âkif'e 1 Ha­zi­ran 1936 ta­ri­hi iti­ba­rı ile 478 lira 20 kuruş emek­li maaşı bağ­lan­mış­tır. Bu maaş 1936 yılı Ekim ayın­dan iti­ba­ren öden­me­ye baş­lan­mış, toplu ola­rak 2976 lira al­mış­tır. Emek­li cüz­da­nı­nın son say­fa­sın­da ise “600 lira borç” iba­re­si ya­zı­lı­dır. Bu borç düş­tük­ten sonra ise kalan kısım aile­si­ne ve­ril­miş ve Meh­met Âkif bun­dan iki ay sonra vefat et­miş­tir.

İstik­lal şa­iri­mi­zi rah­met ve min­net duy­gu­la­rı ile yad edi­yor. Mu­kad­des marşı bize ar­ma­ğan eden kıy­met­li vatan ev­la­dı­nın ha­ya­tı­nı Türk’üm diyen her­ke­sin oku­ma­sı­nı rica edi­yo­rum.

Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dün­yâ­da eşi?
En kesîf or­du­la­rın yük­le­ni­yor dördü beşi,
-Te­pe­den yol bu­la­rak geç­mek için Mar­ma­ra'ya-
Kaç do­nan­may­la sa­rıl­mış ufa­cık bir ka­ra­ya.
Ne ha­yâ­sız­ca te­haş­şüd ki ufuk­lar ka­pa­lı!
Nerde -gös­ter­di­ği vah­şet­le- "bu: bir Av­ru­pa­lı!"
De­di­rir -yır­tı­cı, his yok­su­lu, sırt­lan kü­me­si,
Varsa gel­miş, açı­lıp mah­be­si, yâhud ka­fe­si!

Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün ak­vâm-ı beşer,
Kay­nı­yor kum gibi, tûfan gibi, mah­şer mah­şer.
Yedi ik­lî­mi ci­hâ­nın du­ru­yor kar­şı­na da,
Ost­ral­ya'yla be­râ­ber ba­kı­yor­sun: Ka­na­da!
Çeh­re­ler başka, li­san­lar, de­ri­ler ren­gâ­renk;
Sâde bir hâ­di­se var or­ta­da: Vah­şet­ler denk.
Kimi Hindû, kimi yam­yam, kimi bil­mem ne belâ...
Hani, tâ'ûna da zül­dür bu rezîl is­tî­lâ!
Ah o yir­min­ci asır yok mu, o mah­lûk-i asîl,
Ne kadar göz­de­si mev­cûd ise, hak­kıy­le sefîl,
Kustu Meh­med­ci­ğin ay­lar­ca durup kar­şı­sı­na;
Döktü kar­nın­da­ki es­râ­rı ha­yâ­sız­ca­sı­na.
Maske yır­tıl­ma­sa hâlâ bize âfet­ti o yüz...
Me­de­niy­yet de­ni­len kahbe, ha­ki­kat, yüz­süz.
Sonra mel'un­da­ki tah­rî­be mü­vek­kel esbâb,
Öyle müd­hiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öte­den sâ­ika­lar par­ça­lı­yor âfâkı;
Be­ri­den zel­ze­le­ler kal­dı­rı­yor a'mâkı;
Bomba şim­şek­le­ri bey­nin­den inip her si­pe­rin;
Sö­nü­yor göğ­sü­nün üs­tün­de o ars­lan ne­fe­rin.
Yerin al­tın­da ce­hen­nem gibi bin­ler­ce lağam,
Atı­lan her la­ğa­mın yak­tı­ğı: Yüz­ler­ce adam.
Ölüm in­dir­me­de gök­ler, ölü püs­kür­me­de yer;
O ne müd­hiş ti­pi­dir: Sav­ru­lur en­ka­az-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, par­mak, el, ayak,
Bo­şa­nır sırt­la­ra, vâ­dî­le­re, sağ­nak sağ­nak.
Sa­çı­yor zırha bü­rün­müş de o nâ­merd eller,
Yıl­dı­rım yay­lı­mı tû­fan­lar, alev­den sel­ler.
Ve­ri­yor yan­gı­nı, dur­muş da açık sî­ne­le­re,
Sürü hâ­lin­de ge­zer­ken sa­yı­sız tay­yâ­re.
Top tü­fek­ten daha sık, gülle yağan mer­mî­ler...
Kah­ra­man or­du­yu sey­ret ki bu teh­dî­de güler!
Ne çelik tab­ya­lar ister, ne siner has­mın­dan;
Alı­nır kal'â mı göğ­sün­de­ki kat kat îman?
Hangi kuv­vet onu, hâşâ, edecek kah­rı­na râm?
Çünkü te'sis-i İlâhî o metîn is­tih­kâm.

Sa­rı­lır, in­di­ri­lir mevki'-i müs­tah­kem­ler,
Be­şe­rin az­mi­ni tev­kîf ede­mez sun'-i beşer;
Bu gö­ğüs­ler­se Hudâ'nın ebedî ser­had­di;
"O benim sun'-i bedî'im, onu çiğ­net­me" dedi.
Âsım'ın nesli...​di­yor­dum ya...​ne­sil­miş ger­çek:
İşte çiğ­net­me­di nâ­mû­su­nu, çiğ­net­me­yecek.

Şü­he­dâ göv­de­si, bir bak­sa­na, dağ­lar, taş­lar...
O, rükû ol­ma­sa, dün­yâ­da eğil­mez baş­lar,
Ya­ra­lan­mış ter­te­miz al­nın­dan, uzan­mış ya­tı­yor,
Bir hilâl uğ­ru­na, yâ Rab, ne gü­neş­ler ba­tı­yor!

Ey, bu top­rak­lar için top­ra­ğa düş­müş asker!
Gök­ten ecdâd ine­rek öpse o pâk alnı değer.
Ne bü­yük­sün ki kanın kur­ta­rı­yor Tev­hîd'i...
Bedr'in ars­lan­la­rı ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gel­me­yecek mak­be­ri kim­ler kaz­sın?
"Gö­me­lim gel seni tâ­rî­he" desem, sığ­maz­sın.
Herc ü merc et­ti­ğin ed­vâ­ra da yet­mez o kitâb...
Seni ancak ebe­diy­yet­ler eder is­tî­âb.
"Bu, ta­şın­dır" di­ye­rek Kâ'be'yi dik­sem ba­şı­na;
Rû­hu­mun vah­yi­ni duy­sam da ge­çir­sem ta­şı­na;
Sonra gök kub­be­yi alsam da, ridâ na­mıy­le,
Ka­na­yan lâh­di­ne çek­sem bütün ec­râ­mıy­le;
Mor bu­lut­lar­la açık tür­be­ne çat­sam da tavan,
Yedi kan­dil­li Sü­rey­yâ'yı uzat­sam ora­dan;
Sen bu âvî­ze­nin al­tın­da, bü­rün­müş ka­nı­na,
Uza­nır­ken, gece meh­tâ­bı ge­tir­sem ya­nı­na,
Tür­be­dâ­rın gibi tâ fecre kadar bek­let­sem;
Gün­dü­zün fecr ile âvî­ze­ni leb­riz etsem;
Tül­le­nen mağ­ri­bi, ak­şam­la­rı sar­sam ya­ra­na...
Yine bir şey ya­pa­bil­dim di­ye­mem hâ­tı­ra­na.

Sen ki, son ehl-i sa­lî­bin kı­ra­rak sav­le­ti­ni,
Şar­kın en sev­gi­li sul­tâ­nı Sa­lâ­had­dîn'i,
Kılıç Ars­lan gibi ic­lâ­li­ne ettin hay­ran...
Sen ki, İslâm'ı ku­şat­mış, bo­ğu­yor­ken hüs­ran,
O demir çen­be­ri göğ­sün­de kırıp par­ça­la­dın;
Sen ki, rû­hun­la be­ra­ber gezer ec­râ­mı adın;
Sen ki, a'sâra gö­mül­sen ta­şa­cak­sın...​Hey­hât,
Sana gel­mez bu ufuk­lar, seni almaz bu cihât...

Ey şehîd oğlu şehîd, is­te­me ben­den mak­ber,
Sana âgû­şu­nu açmış du­ru­yor Pey­gam­ber.

He­ral­de bu ya­zı­ya bun­dan daha güzel veda edi­le­mez­di. Saygı, rah­met, min­net ve dua ile.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.